Makale
Müslümanlar, Devlet ve Yönetim veya “Müslümanların Devleti” (2)
“Müslümanlar”, “Devlet” ve “Yönetim” denilince, istisnasız tüm kesimlerin aklına gelen ilk ÅŸey kuÅŸkusuz “laiklik” olmaktadır. Laiklik, müslümanlar için en rahat veya en kolay tartışılabilinen bir konu olması gerekirken en zor ve en kavgalı bir konu haline gelmiÅŸ veya getirilmiÅŸtir.
Temelde laiklik, ortaya çıktığı erken dönemler için kilise-devlet iliÅŸkisini, bugün itibari ile de din ve devlet iliÅŸkisini düzenler. Kilisenin devletten ayrılmasına neden olan zihniyetin dışında kalan müslümanların, devletten ayıracağı bir kilisesi olmadığından veya en azından ontolojik olarak “kilise zihniyeti” taşımadıklarından; kendileri laikliÄŸe ihtiyaç hissetmedikleri gibi, kendi dışındakilere de böyle bir ihtiyacı hissettirmezler.
Ancak dünya üzerinde, müslümanlardan veya Ehl-i Kitap mensuplarından olsun; kutsal metinleri, lafzi/literal şekilde ve zamanı dondurarak okuyanların etkinliği var olduğu sürece de, devletlerin laik karakterlerinin korunması kaçınılmazdır ve gereklidir.
Bilindiği gibi, laik veya seküler anlayış, hukuki norm veya yasal bir düzenlemede dini bir hükmü veya değeri değil, beşeri aklı ve tecrübeyi esas alır. Müslüman anlayış ise beşeri aklı ve tecrübeyi dışlamaz, hatta insanların sahip olduğu bu akıl ve tecrübeyi kullanmayı öğütler.
Seküler anlayış -kendi açısından doğru olsa da- vahyi dışlar. Bu anlamda müslüman anlayış, kaynak veya referans imkânları açısından seküler anlayışa göre daha zengin ve kısıtsız, fikir ve inanç özgürlüğü konusunda da daha özgürlükçüdür.
Peki, müslümanların tarihinde -burada sadece son Resul (s)’ün uygulamasından bahsedilecektir- böyle bir yönetim veya uygulamaya ÅŸahit olunmuÅŸ mudur? Åžimdi bu soruya cevap bulmaya çalışalım.
BilindiÄŸi gibi Hz. Peygamber (s), Mekke’deki 12-13 yıllık mücadelesinin ardından yanındaki küçük bir grupla beraber Medine’ye hicret etmiÅŸ ve burada yerleÅŸik farklı kabile, farklı etnik ve dini gruplardan müteÅŸekkil siyasal bir yapı oluÅŸturmuÅŸ ve bu oluÅŸumun başı olarak da siyasi bir ÅŸahsiyet kazanmıştır.
Tarihte bu siyasi oluÅŸumun yazılı/kanuni düzenlemesi “Medine SözleÅŸmesi” olarak bilinir. Bugün adına “Toplumsal SözleÅŸme” de diyebileceÄŸimiz, farklı etnik ve dini toplulukların birlikte barış içinde yaÅŸamalarını mümkün kılan ve ortak deÄŸerleri haline gelen “devlet” in bazı özelliklerini, Mısırlı tarihçi Dr. A. Ä°brahim eÅŸ-Åžerif (Hukuki ve Sosyolojik Tahlillerle Ä°lk Ä°slam Devleti. Alternatif Düşünce Yayınları, 2006, s. 88-110)’ten dinleyelim:
“Hz. Resul (s)’ün Medine’de oluÅŸturduÄŸu devletin karakterinin; genel olarak ilahi hüküm ve emirlere dayandığını, bu emir ve hükümlerin uygulamasında, sosyal devlet anlayışının ve istiÅŸareyi esas alan bir yapıda olduÄŸunu görürüz. Bu devlet insanlık tarihinde nev-i ÅŸahsına münhasır tek devlettir. Çünkü bu devlet, temel de dini esaslar üzere kurulmuÅŸ olmasına raÄŸmen, laik devletlerde de bulunan iki ilke burada da mevcuttur. Bunlardan ilki din ve inanç özgürlüğü olup (2/217, 2/256, 3/20, 10/99, 16/125, 39/18), Medine’deki Devlet, bu ilkeyi benimsemenin ötesinde gereÄŸini de yerine getirmeyi taahhüt etmiÅŸtir. Ä°kici ilke ise; vatan ve devlet kavramına getirdiÄŸi tariftir. Buna göre; insanlık deÄŸerini öne çıkaran, hoÅŸgörülü, soy, renk, dil ve inanç farklılığına bakılmaksızın, vatandaÅŸlık baÄŸlamında devletin bütün fertlerinin eÅŸit hak ve ödevlere sahip olma ilkesidir.” ÅŸeklinde ifade ettikten sonra sözü, ünlü siyer âlimi Ä°bn-i Ä°shak’a bırakır:
Hz. Resul (s), Muhacirler, Ensarlar ve Yahudiler arasında yazılı bir anlaÅŸma yaptı. Yahudileri kendi dinlerinde özgür bırakmış ve mallarında diledikleri gibi tasarruf hakkı vermiÅŸtir. Ayrıca hak ve yükümlülükler getiren düzenlemeler yapmıştır. Yahudilerinde içinde olduÄŸu bu anlaÅŸmada taraflar “tek bir ümmet” olarak ifade edildi. Zulme karşı birlikte mücadele, herhangi bir tarafa saldırı ve savaÅŸ açanlara karşı Müslümanlar ve Yahudiler birlikte hareket edecek. (…) hiçbir Yahudi’ye asla zulüm edilmeyecek, aleyhlerinde yardımlaÅŸmaya gidilmeyecektir (…).
Özellikle de devlet baÅŸkanı, siyasetçi, komutan ve lider olarak Hz. Peygamber (s)’i daha yakından tanımak isteyenlere; Dr. A. Ä°brahim eÅŸ-Åžerif’in yukarıda adını vermiÅŸ olduÄŸum kitabını okumalarını tavsiye ederim. Bu kitapta; “Medine SözleÅŸmesi” ve bu sözleÅŸme üzerinden yapılan analizleri dikkatle okuduÄŸumuzda, günümüzden daha ileri denilebilecek normlarla karşılaşırız.
Bu sözleşme; karşılıklı dayanışmayı ve yardımlaşmayı, insanların ağır yük altından kurtarılmasını, zayıfların, akrabalıkların, dostlukların, komşuluk hak ve hukukunun korunmasını, her türlü ırkçılık, ayrımcılık, kan davası ve eski düşmanlıklardan uzak durulmasını sağlamış, sorumluluğun şahsiliğini ve kim olursa olsun mazlumların yanında durma prensibini benimsemiştir.
Kanunlara riayetin esas olması, anlaşmazlıkların kişiler eliyle değil devletin eliyle çözülmesi, savaş ve barış gibi konuların devlete ait işler olduğu vurgulanarak, fertlerin asayişin korunmasında görevleri olduğu, her türlü zulme engel olmaya çalışan devlete yarımcı olunması, suç ve suçlunun himaye edilemeyeceği hususu sözleşmede yerini almıştır.
Devle
ti oluÅŸturan unsurlar sadece müslümanlardan deÄŸil, müslüman olmayan unsurları da kapsıyordu. CoÄŸrafi olarak Medine’den oluÅŸan bölgede, kimsenin kimseye zulüm yapmadığı bir barış havzasının oluÅŸmasına özellikle dikkat edildi.
Farklı dini, etnik mensubiyete sahip insanların oluÅŸturduÄŸu bu topluluk, “Ãœmmet” olarak adlandırıldı ve herkesi kucaklayan bir üst kimlik oluÅŸturuldu. Bu birliÄŸe katılmak isteyen hiç kimseye herhangi bir engel çıkarılmadan farklı milletlerden insanlar, bu devletin veya toplumsal sözleÅŸmenin içinde kendine yer bulabildi.
Farklı dini mensubiyete ait olan guruplar, kendi inanç, adet ve ticaretlerinde özgür bırakıldı. Kimsenin meşru üretim ve harcama biçimlerine müdahale edilmedi, eski hak ve anlaşmalardan doğan haklarına dokunulmadı.
İç ve dış güvenliğin tesisinde ortak hareket edilmesi sağlanarak, sonradan da bu devlete/sözleşmeye dâhil olmak isteyenlere de kapı kapatılmadı. Eskiden olduğu gibi imtiyazlı bir sınıf veya devletin asli unsuru, devlete sonradan katılan ikinci dereceden vatandaş gibi ayrımcı unsurlara yer verilmedi.
Temel ve öncelikli hedef her zaman barış ve özgürlüğün tesisi olmuÅŸ, kabile ve topluluklar eski konumlarını ve kendi tüzel kiÅŸiliklerini koruyarak “Ãœmmet”e katılmıştır.
Yeni oluşumda eski kabile reislerin yerine başka kişiler getirilmeden kendi konumlarını korumaya devam ettiler. İntikam ve kendi aralarında var olan öç alma haklarından vazgeçtiler, çünkü ümmetin öncelikli gayesi iç savaşın çıkmasını engellemekti.
Ãœmmetin baÅŸkanı olarak Hz. Resul (s)’ün siyasi görevi, devletin sınırlarını korumak ve güvenliÄŸi saÄŸlamak olduÄŸundan, devletin tek başına bağımsız olduÄŸu ve vatandaÅŸ olmak isteyenlerin de Medine’ye yerleÅŸmesi hükmü benimsendi.
Dışarıdan gelecek her türlü tehdit ve saldırıya karşı koymak için tüm unsurların birlikte hareket edilmesi hususu düzenlemede yerini aldı.
Devletin iç işlerini düzene sokmak, çevredeki köy ve kasabaları korumak için seriye denilen küçük askeri birlikler kuruldu. Savaş maksadı taşımayan bu birlikler, iç güvenliğin sağlanması, sınır muhafızlığı, istihbarat ve keşif ve devriye faaliyetleri ile görevlendirildi.
Bu küçük askeri birlikler, özellikle düşmanlara ait ticaret kervanlarının, yeni devletin topraklarından geçmesine engel oluyor, bağımsız devletin koymuÅŸ olduÄŸu kanunlar çerçevesinde bunu yaparak, iÅŸi anlaÅŸma ve ittifaka zorluyordu. Böylelikle, KureyÅŸ’in düşmanca siyaset gütmemesini, Mekke’de kalan diÄŸer müslüman ve müttefiklerinin özgürlüklerine dokunulmamasını saÄŸlamış oluyordu.
Yeni devletin temelini barış oluşturuyor olmakla birlikte, yapılan savaşlar, hiçbir zaman saldırı değil savunma amaçlı olmuştu. İslam, her zaman barış ortamında kazanmış, barış ortamında yayılmıştı.
Hak ve hakikatin egemenliği için konuşmaya, tartışmaya, bilgiye, delile, barışa, muhabbet ve saygıya aynı şekilde, savaş ve saldırıya ise savunma ile karşılık verilmiştir. Çünkü özgürlükleri yaşamak ancak barış ortamında mümkün olabiliyordu.
Bunu baÅŸaranlar Hz. Peygamber (s)’in liderliÄŸindeki müslümanlar olmuÅŸtur. Ancak O’nun takipçileri; bu orijinal ilk ve temel modele uygun olabilecek, farklı coÄŸrafyalar ve toplumlar için farklı örf, sosyo-kültürel yapılara uygun modeller geliÅŸtirmeleri mümkün iken, bunu baÅŸaramamışlardır.
Daha da kötüsü, kendini doğuran İlahi vahyin mesajına uymayan, bu ilk ve orijinal uygulamada da asla yeri olmayan saltanat ve imamet gibi modellere teslim olmuş ve zaman içinde bozguna uğramaktan kendini kurtaramamıştır.
Yine Malik bin Nebi’nin; “Sadece geri kalmışlığın sebeplerini incelemeye karşı deÄŸiliz, bu sebepleri en iyi ÅŸekilde de gizliyoruz ve çoÄŸu zamanda onları deÄŸiÅŸtirmek yerine savunmak için ölmeye bile hazırız.” ÅŸeklinde ifade ettiÄŸi gibi bu yanlışın içinde olan müslüman (!) toplulukların varlığı devam ettikçe, içinde bulunduÄŸumuz bu zillet de devam edecektir.
Aklımızı başımıza alıp, kendimizi veya kendimizde olanı deÄŸiÅŸtirmedikçe, Allah’ın durup dururken bizim durumumuzu deÄŸiÅŸtirmeyeceÄŸini veya iyileÅŸtirmeyeceÄŸini (13/11) anlamak zorundayız. Çünkü kendi elimizle yapıp eylediÄŸimizden dolayı düzenin/düzenimizin bozulduÄŸunu ve bu yüzden de yeryüzünün fesada uÄŸradığını (30/41) anlamak ne zaman mümkün olacak?
Evet, Ä°slam’da ruhban sınıfı yani “Din Adamları” diye bir sınıf yoktur. Ama emrolunduÄŸu gibi dosdoÄŸru olmak zorunda olan (11/112) “Dininin Adamları” vardır. Ancak, birçok ÅŸeyde olduÄŸu gibi bu söylem de, çoÄŸu zaman eylem halini almaz.
Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara öncü ve örnek olacak, deÄŸer ve düşünce üretecek kiÅŸiler çıkana kadar (25/74) bu din; fosilleÅŸmiÅŸ bazı dinozor “Din Adamı” veya “Hoca Efendi” oligarÅŸisinin elinde kalmaya devam edecektir.
Böyle devam etmesi halinde ise Allah’ın; bizi tarih sahnesinden silip, yerimize yeni toplumları getireceÄŸinden hiç şüphemiz olmasın. (9/39; 11/57; 14/19; 21/11; 35/16; 47/38; 70/41; 76/28).
Henüz yorum yapılmamış.